07.11.2024 tarihli Üst Kurul Toplantısında, ‘‘ABC Radyo Televizyon Ve Dijital Yayıncılık A.Ş.’’ unvanlı ve ‘‘TELE 1’’ logolu medya hizmet sağlayıcı kuruluşun; 04.11.2024 tarihinde saat 20:00’da yayınlanan, ‘’18 Dakika’’ adlı program yayınına ilişkin aşağıda deşifresi verilen ifadelere istinaden 6112 sayılı Kanunun 8’inci maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde yer alan yayın hizmetleri "..., kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez." hükmünün ihlali nedeniyle yaptırım kararı alınmıştır.
Emre Kongar ve Merdan Yanardağ’ın ortak sunumlarıyla canlı olarak yayınlanan bahse konu yorum programına ilişkin deşifre metinleri aşağıda aktarılmıştır.
‘‘Türkiye’yi adeta bir siyasal kaos ortamına sürükleyecek bir dizi gelişmeyle Türkiye uyandı. Normalleşme, yumuşama derken, Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun, yeni bir çözüm süreci mi değil mi tartışmalarının içinden bu sabah, halk iradesine ve demokrasiye bir kayyım darbesiyle uyandık.’’ Sözleri ile programa başlayan yorumcular, gündemi ele alarak yorumlamaya devam etmektedirler. Program sunucularından Emre Kongar, kayyum ve kayyım ifadelerinin açıklamalarını yaparak başladığı yorumlamalarında (20:11:52) ‘‘16 Nisan 2017’de Cumhuriyeti kaldırdılar. Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini boşalttılar, kaldırdılar, yerine şahsın devletini koydular ve Türkiye’yi maalesef taş devrine geri döndürdüler. Çünkü taş devrinde ne hukuk var, ne anayasa var, ne yasa var, ne kural var. Sadece reis var. Reisin dedikleri var. O kadar. Başka bir şey yok. Bakın Anayasa Mahkemesi karar veriyor, dinlemiyorlar. AİHM karar veriyor, uymuyorlar. Bugün elini uzatıyor, yarın o elle tokat atıyor. Yani cemaatle 2013 yılının sonuna kadar, bütün orduyu, sivil bürokrasiyi, askeri bürokrasiyi, üniversiteleri, medyayı boşaltıyor, mahvediyor, Genelkurmay Başkanını terör örgütü üyesi olmaktan içeri atıyor. Ondan sonra onu yapanları ve onun aracılığı ile zengin olanları hain ilan ediyor. Tam bir şok. Ve bunu bilerek devam ediyor. Neden? Değerli izleyiciler hepimiz söyledik. 2014, 31 Mart seçimleri sonunda AKP birinci parti olma niteliğini kaybetti. Eee herkes aynı zamanda ne diyor. Bunlar kaybetseler de gitmez de, bilmem neydi filan. Kaybettiğini görmüyor mu? Görüyor. Bütün güç elinde mi? Bütün güç elinde. Böyle oturup eli böğründe gidişi mi bekleyecek? İşte bunları yapacak.’’ İfadelerine yer vermiştir.
(20:13:24) Merdan Yanardağ: ‘‘Değerli izleyiciler Türkiye bugün bir AKP-MHP darbesine sahne oldu. Bu her şeyiyle bir darbe niteliğindeki halk iradesine, son derece sınırlı demokratik kurumlara saldırıdır. 28 Şubatın edebiyatını hala yapan, hala oradan mağduriyet, mazlumiyet ve iktidar gerekçesi üreten AKP ve siyasal İslamcılar, bugün Türkiye’nin her yerinde halk iradesine saldırmakla meşguller. Hem de fütursuzca. Esenyurt Belediye Başkanlığı’na kayyım atamadılar sadece, belediye meclisini de feshediyorlar. Kimsiniz siz ya siz, belediye meclisini feshediyorsunuz idari bir kararla? Kim bu adam? Can Aksoy. Kim bu? Eski Beyoğlu Kaymakamı. Peki, ne yapılmış? 12 saatte vali yardımcısı yapılmış sonra atanmış. Çünkü iki milyondan fazla nüfusu olan bir ilçe. Sonra atanmış.’’ İfadelerine yer vermiş ve 28 Şubat dönemi gündemine dair açıklamalarda bulunmaya devam etmiştir.
(20:36:50) Merdan Yanardağ: ‘‘2016’da 96 belediyeye kayyım atandı. Bu dönemde bunu yapamadılar. Çünkü yenilgiye uğramış, ağır yenilgiye uğramış, siyasal ve tarihsel ömrünü tüketmiş, bitirmiş, tamamlamış bir iktidar var… 2015’ten beri siyasal ömrünü bitiren, tamamlayan ama tarihsel ömrünü uzatmaya çalışan ve bunda da başarılı olan, bunu bir dokuz yıl daha getiren, 2024’e kadar getiren ve rejim değişikliği sürecini tamamlamaya çalışan bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bu iktidar, rejimi değiştirmeye, Cumhuriyet’i yıkarak bir karşı devrimi, karşı devrim sürecini pasif bir darbe metoduyla, (…) Cumhuriyet’i tasfiye edip yerine siyasal İslamcı bir rejim, diğer bir ifade ile düşük yoğunluklu da olsa bir şeriat rejimi kurmaya çalışan bir siyasal İslamcı kadro ile karşı karşıyayız. Selefi bir kadro ile karşı karşıyayız. Bu nedenle iktidarı bırakmamak için ellerinden geleni yapacaklar. Önce bir çözüm süreci diye ifade edilen ama bir girişim diye değerlendirmenin daha doğru olduğu, hiçbir şekilde başlatılmamış bir İmralı'da Abdullah Öcalan'ın yeğeni olan bir DEM'li milletvekili Ömer Öcalan'ın görüşmesinden başka da elimizde somut bir sonuç olmayan, bir girişim yaşandı bu ülkede. Bunun amacının muhalefet blokunu dağıtmak, oradan zayıf halka diye düşündükleri DEM Parti'yi çekip almak ve muhalefet surlarında oluşturdukları bu büyük gedik üzerinden de yeni Anayasa'yı geçirmek istediler. Bir referandumdan korkuyorlar. Bir Anayasa taslağı hazırlayıp bunu referanduma sunmaktan korkuyorlar. Ağır bir yenilgiye uğrayabileceklerinden çekiniyorlar. Bunun yerine Meclis'te çoğunluğu sağlayıp Meclis'te referandumsuz bir Anayasa geçirmeye çalışıyorlar. Peki, bu Anayasa ile murat ettikleri nedir? Şudur: Cumhuriyeti yıktılar, kurumlarının içini boşalttılar, kimini tasfiye ettiler, kimini işlevsizleştirdiler ama yerine yeni bir rejim kuramadılar. Buna görgüleri, bilgileri, müktesebatları, insan kaynakları yetmedi. Rüküş bir siyasal hareket, bilgisiz, görgüsüz, tarihin işleyiş yasalarına karşı direnmeye çalışan ve İslam dünyasının devam eden orta çağ değerlerine yaslanan bir siyasi hareketle yüz yüzeyiz. Bunu yapamadılar. Bu süreci tamamlamaya çalışıyorlar. Yani kendi rejimlerini kurmaya çalışıyorlar. Bunun için bir Anayasa'ya ihtiyaçları var ve yeniden Erdoğan'ın devlet başkanı ya da Cumhurbaşkanı seçileceği bir zemini oluşturmaya şiddetle gereksinim duyuyorlar. Bunun için 2034'e kadar devam edecek bir plan üzerinde çalıştıklarını biz biliyoruz. Bu nedenle bir çözüm denemesinde bulundurlar. Peki, niye kayyım atandı? Belli ki istediklerini alamadılar. Ya İmralı'da bir pürüz çıktı veya İmralı'nın Kandil üzerindeki etkisinin olmadığını gördüler. Mesela TUSAŞ burada enteresan bir eylem olarak önümüze çıkıyor… Buraya bir mim düşmek lazım. Burada belli olguları değerlendirdik mi bir sonuca ulaşabiliyoruz. Süreç, birçok etkenin bileşkesiyle ortaya çıkacak ve yaşanacak bir durum aslında… Yapılan iş DEM Parti'ye ve DEM Partili seçmene diz çöktürmek. Yani eğer bu sürece evet demezseniz gelen kayyım giyotinidir. Biz biçeriz demek istiyorlar. Mesele bu, büyük ihtimalle bu.” Şeklinde ifadelerini açıklamıştır.
Bahse konu yorumlar, Türkiye gündemine dair program yürüten, bir televizyon kanalında yorum programı sunan ve gazetecilik mesleğini icra eden Dr. Merdan Yanardağ tarafından sarf edilmiştir. Gazetecilik mesleği, toplumsal bağlamda ahlaki sorumluluk barındıran bir meslektir ve bu sorumluluk, içinde bulunulan toplumumun değerleri ile gerçeklerini de gözler önüne sermek için kullanılmalıdır. Bir gazetecinin içinde yaşadığı toplumu değerlendirmesi ve genel konjonktürde bunu medya aracılığı ile ekranlara taşıması kadar son derece doğal bir durum olamaz. Yukarıda yer alan yorumların, kişisel yargılar içermeden içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini gözler önüne sermeye çalışan bir gazetecinin yorumları olduğu ise son derece açıktır. Yukarıdaki ifadelerde görülmektedir ki, Yanardağ, sözleri ile genel bir çerçeve çizmek amacıyla, Türkiye gündemini ele almayı ve sonunda da büyük çerçevede meselenin ‘büyük ihtimalle’ ne olduğunu ortaya koymayı hedeflemekte yani yorumlamaktadır. Basın meslek ilkelerine uygun olmadığı gibi bir yorumun çıkarılmasının zor olduğu bu ifadeler, gerçeklerin çarpıtılmasına dair herhangi bir amaç içermemektedir. Türkiye’de yaşayan herkesin televizyon ekranlarında izlediği konulara dair yorumlarını ve genel bir çerçeve çizerek Türkiye siyasetini değerlendirmeye çalışan bir yorum programı sunucusunun ifadelerini içeren bu söylemlerin, tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerinden ödün verdiğini, eleştiri sınırlarını aştığını iddia etmek ancak ve ancak halkın haber almak özgürlüğünün önündeki engel olarak görülebilir.
Bir toplumun ileriye gidebilmesinin en büyük adımı, o toplumun içinde yaşadığı süreci, bulunduğu dünyayı görebilmesi ve değerlendirebilmesidir. Bunun tek taraflı bir bakış açısıyla olamayacağı ve özellikle demokratik toplumlarda bu tek taraflı bakış açısından kurtulabilmek için ifade özgürlüğünün son derece önemli olduğu görülmektedir. İfade özgürlüğü sadece bir düşünce ve kanaat sahibi olmayı değil aynı zamanda düşünce ve kanaatleri açıklama ve yayma haklarını da içermektedir.
İfade özgürlüğü, demokratik bir biçimde yönetildiği iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin de Anayasa 26. Maddesinde ‘‘Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ güvence altına alınmakta, 5187 sayılı Basın Kanunu'nun 3.maddesinde, ‘‘Basının özgür olduğu, bu özgürlüğün; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içereceği, basın özgürlüğünün kullanılmasının ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlakının, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabileceği’’ hükmü ile korunmaktadır.
İnsan hak ve özgürlükleri arasında yer alan ifade özgürlüğü, ulusal mevzuatta olduğu kadar uluslararası mevzuatta da korunmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir:” ifadelerine yer vermektedir.
AİHM’ye göre ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini oluşturmaktadır. AİHS'nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ‘‘ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz (Handyside/Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976).’’
AİHM’e göre, ‘‘devlet, başta basın özgürlüğü olmak özere, ifade özgürlüğünü korumak için her türlü tedbiri almak zorundadır; bu bağlamda devletin pozitif yükümlülüğü vardır. Devletin (yasama, yargı ve yürütme organlarının), ifade özgürlüğünü sınırlamada takdir yetkisi çok dardır. Devletin ifade özgürlüğü ile ilgili takdir yetkisi, toplumun genel ahlakı ile ilgili konularda bile çok dardır (Open Door ve Dublin Well Woman / İrlanda kararı, 1992).’’
İfade özgürlüğü elbette ki sınırlanamaz bir hak değildir. Ancak yukarıda da ele alındığı gibi bu sınırlama çok dardır. Devletlerin bu hakkı sınırlama takdirini aşması üzerine ise AİHM, ‘‘basının demokratik toplumun gözlemcisi rolünü gerekçesiz bir şekilde sınırlandırdığı sonuca varmakta ve demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olan sınırlama kavramının aşıldığı ve sansürle aynı anlama geldiğine dair karar vermiştir (mutatis mutandis, Cumpana ve Mazare / Romanya, No. 33348/96; Obukhova / Rusya, No. 34736/03).’’
AİHM, ‘‘her ne kadar Sözleşmeci Devletler, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamındaki pozitif yükümlülükleri ile ifade özgürlüğünün kullanımını kişilerin itibarını yeterli derecede korumayı sağlayacak şekilde düzenlemeye yetkili hatta bu şekilde düzenlemek zorunda olsalar da (Pfeifer – Avusturya, No. 12556/03, § 35, ECHR 2007 XII) bunu yaparken basının kamuyu ilgilendiren meselelere dair halkı bilgilendirme görevini yerine getirmesini engellememelidirler. Araştırmacı gazetecilere yönelik olarak, özel kişilerin itibarına karşı gerçekleştirilen saldırılar nedeniyle uygulanabilecek yaptırım riski ile karşı karşıya kalırlarsa kamu yararı taşıyan konularda haber yapmaktan çekinme eğiliminde olurlar. Bu tür bir yaptırım korkusunun gazetecilikle ilgili ifade özgürlüğünün kullanımı açısından caydırıcı etki yaratması kaçınılmazdır (Mahmudov ve Agazade, yukarıda anılan, § 49).’’ kanaatine varmıştır. AİHM, demokratik bir devletin yetkililerinin gündeme dair yöneltilen eleştirilere dair hoşgörülü davranmaları gerektiğini vurgulayarak ‘Hükûmetin, egemen konumu itibarıyla, özellikle muhaliflerinin haksız saldırı ve eleştirilerine farklı yollardan cevap verme imkânı olduğu durumlarda, ceza yolunu belli sınırlar çerçevesinde kullanması gerektiğini hatırlatmaktadır (Karataş, ilgili bölüm, prg. 50).’’ Mahkeme, ‘‘bir müdahalenin orantılılığını ölçerken verilen cezaların türü ve ağırlığının da dikkate alınması gereken unsurlar olduğunu hatırlatmaktadır [bk. örneğin, Sürek / Türkiye (No. 1) [BD], No. 26682/95, para. 64, 2. fıkra, CEDH 1999-IV ve Chauvy vd. / Fransa, No. 64915/01, para. 78, CEDH 2004-VI].’’
İfade özgürlüğünün ilgili ulusal ve uluslararası mevzuatta hatırlatılan yeri dolayısıyla, yukarıda deşifreleri aktarılan ifadelerin kötü bir niyet taşımadan, küçük düşürücü, aşağılayıcı ya da iftira niteliğinden uzak şekilde bir gazetecinin mesleğinin en doğal haliyle yorumlarını ekrana getirdiği görülmektedir. Söz konusu yayının, ülke gündemine dair kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla hazırlanmış bir program olduğu, kamuoyunu ilgilendiren konularla ilgili yorum ve açıklamalarda bulunulduğu, kamu otoriteleri veya toplumun bir kesimi için hoş olmayan düşüncelerle şiddeti teşvik etmediği, terör eylemlerini haklı göstermediği ve nefret duygusunun oluşmasını desteklemediği sürece sert ve kırıcı olabilen eleştirilere yönelik olarak sınırlama getirilmemesi gerektiği, ifade özgürlüğünün demokratik toplumu şekillendiren çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin doğasında bulunan bir gereklilik olarak rahatsızlık veren fikirler için de uygulanması gerektiği, yukarıda yer verilen ifadelerin gündeme dair sunucu tarafından yapılan ve eleştiri içeren yorum niteliğinde olduğu, yorumların içeriği itibarıyla eleştiri sınırları içerisinde kaldığı, eleştiri sınırları içerisinde kalan bu nitelikteki haber ve yorumların ise basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği gerekçeleriyle çoğunluğun görüşüne katılmadım. 16.01.2025


